Güventürk Görgülü: Ana akım gazete yok, ana akım gazeteci var
Türkiye’de medyanın tarihi, 1990 yılında özel televizyonların kurulmasıyla başlatılır. Haber okumak ya da dinlemekten haber “izlemeye” geçtiğimiz bu dönemde gazetelerin yapısı da gazetecilik anlayışları da kökten değişime uğrar. Basın organları patronların siyasi iktidarı etkilemek ve maddi çıkar sağlamak için aparat olarak kullandıkları mecralara dönüşür. İş takibi yapan gazetecilerle birlikte editoryal bağımsızlık da bir ihtiyaç olarak daha çok konuşulmaya başlanır ama medya giderek o anlayıştan uzaklaşır.
Gazeteci ve akademisyen Güventürk Görgülü’nün ‘Alacakaranlıkta Gazetecilik Türkiye’de Neoliberal Medya Düzeninin Kuruluşu’ başlıklı kitabı, Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı.
Hem gazeteci hem de akademisyen olaran Görgülü ile kitabı üzerinden Türkiye’de medyanın kısa tarihini konuştuk.
Özdemir Asaf’ın meşhur dizeleri: “Bütün renkler hızla kirleniyordu birinciliği beyaz’a verdiler”… Neoliberal sistemde kirlilikte birincilik için yarışan pek çok sektör var anlaşılan ve medya da maalesef bu yarışta epey önde gidiyor. Aslında basın her zaman kamuoyunu, iktidarları etkileyen bir güç. Ama sanki medya dediğimizde durum daha farklı, daha kirli ve vahim görünüyor. Aradaki fark ne sizce?
Diğer sektörlerde de durum farklı değil ama medyada işler biraz daha hızlı değişti. Neoliberal kapitalizmin dünyaya yayılmasını hızlandıran iki sektör var aslında. Bunlardan biri otomotiv diğeri de medya. Bu iki sektörü izleyerek dünyanın nasıl değiştiği hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Bu iki sektör öncü rol üstleniyor. Peki bu nasıl oldu?
Neoliberal kapitalizm dediğimizde, bu bizim hayatımıza 80’lerden sonra girdi diyoruz ama bunun tartışması liberal iktisatçılar arasında neredeyse 1929 krizinden beri devam etmiş. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan siyasi dengeler, işçi sınıfının gücü ve tabii Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun varlığı neredeyse 60’ların sonuna kadar, sınıflar arası bir uzlaşıyı ve refah devleti olarak adlandırdığımız modeli ayakta tutuyor. 70’lerden itibaren devlet harcamalarındaki artışlar ve enflasyonist baskılar, kapitalist dünyada ekonomik dengeleri bozarken, neoliberal ideolojinin Keynesyen ekonomik modele veya sosyal demokrat uzlaşıya karşı eleştirileri daha fazla güçleniyor, görünür hale geliyor. Bu ideolojinin 1980’lerden sonra bu kadar güç kazanmasına olanak veren iki önemli teknik gelişme var. Bunlardan biri Japonya’da geliştirilen “Toyota Üretim Sistemi” veya kısaca “Yalın üretim” denen model. Bu gelişme, ABD ve Avrupa’da fordist modele göre örgütlenen endüstrilerin rekabet gücünü kaybetmesine ve dünyada sanayi üretiminin yeniden örgütlenmesine neden oldu. İkinci önemli gelişme ise bilgisayarların dijitalleşmesi ve kişisel bilgisayarların ortaya çıkarak insan hayatına dahil olması. Bu dijitalleşme öncelikle ve son derece hızla medya sektörünü dönüştürdü. Haber, bilgi, müzik, sinema gibi her türlü içeriğin üretimini ve iletimi kolaylaştırdı, hızlandırdı, bu sektörlerde çok büyük bir emek tasarrufu sağladı ve başlangıçta kârların artmasına neden oldu. Üretim modelindeki bu değişim, neoliberal ideolojinin medyaya daha kolay sirayet etmesini sağlarken hem toplumların hem de hükümetlerin şekillendirilmesinde önemli rol oynadı.
‘BABIALİ’YLE BİRLİKTE GAZETECİLİK DE TERK EDİLDİ’
Türkiye’de miladı 90’lara işaretlemişsiniz. Özel televizyonlar, cep telefonları, bilgisayarlar, internet… Teknolojinin işleri kolaylaştırdığı ama yatırımı zorlaştırdığı bir dönemden söz ediyoruz. Sizin 90’ları seçme tercihiniz neydi?
1980’lere kadar dünyanın çoğu ülkesi gibi Türkiye de büyük ölçüde dışa kapalı bir ülkeydi. Esasen Türkiye’ye neoliberalizmin girişi 12 Eylül Darbesi’yle, yani silah zoruyla oldu. Darbe zaten bunun için yapıldı. 1983’te iktidara gelen Turgut Özal, Türkiye’nin ekonomik yapısını değiştirmek ve hızla kapitalist dünyaya entegre etmek için yasal değişiklikleri başlattı. Tabii bu arada değiştirmek istediği sektörlerin başında, daha önceki dönemde sanayi toplumuna veya refah toplumu normuna göre örgütlenmiş olan basın sektörü geliyordu. Hürriyet, Günaydın, Milliyet gibi gazeteler ülkedeki ekonomik değişimi desteklemeye pek de hevesli değildi. İzmir’den gelip 1985’te İstanbul’da yayına başlayan Sabah gazetesi ise bu yapının alternatifi ve araları daha sonra bozulsa da tam olarak Özal’ın ideolojik paydaşıydı. Bu nedenle Sabah, o dönemin deyişiyle “yükselen değerler”in gazetesiydi ve gerçekten hızla da yükseldi. Özal, diğer yandan Asil Nadir’in gazete satın almasına önayak oldu, Murdoch, Maxwell gibi dönemin medya krallarıyla TRT’yi satmak-kiralamak için görüşmeler yaptı. Sonunda Türkiye’de özel televizyon yayıncılığı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ın ortak olduğu bir şirketle başladı. Yine bu yıllarda Turgut Özal ve Bedrettin Dalan’ın teşvikleriyle gazeteciler, basının geleneksel merkezi olan Babıâli’yi terk edip Güneşli’de, İkitelli’de plazalara kapatıldı.
Bu arada sermaye piyasaları kuruldu, kredi kartı, bireysel kredi gibi bankacılık hizmetleri hayatımıza girdi, şirketlerin önünde iç ve dış kredi olanakları genişledi. Özelleştirme tartışmaları hızlandı, kamunun üretimden ve hatta doğal tekel olduğu alanlardan çekilmesinin yolu açıldı. Yani 80’lerin ikinci yarısı ve 90’lar Türkiye’deki değişimle birlikte bugünkü anlamda “medya”nın oluştuğu, bu alandaki sermaye yapısının değiştiği yıllardı. Aynı zamanda çalışma ilişkileri de bu yıllarda yeni kurallara tabi oldu. 90’lar bu açıdan önemli. Şimdi geçmişe bakınca pek çok kişi, eski basın patronları, örneğin Simavi Ailesi, sahneyi terk ettiği için ortalık daha kalitesiz fırsatçı işadamlarına eline kaldı gibi bir düşünceye sahip. Oysa tam bir doğal seleksiyon yaşandı ve ekonomik modeldeki değişim eski normlarla hareket eden sermayenin tasfiyesine yol açtı.
Kitapta, 2000’lerden itibaren yaşanan el değiştirmelerin ve haber medyasının iktidar eliyle dizayn edilmesinin yolunun 1990’larda gazeteciliğin terk edilmesinin bir sonucu olduğunu vurgulamak istedim. O yıllarda finansallaşma, kârlılık, büyüme, borç, ortaklıklar vb. öylesine ön plana çıktı ki gazeteler esas misyonlarını ve okuyucuya karşı sorumluluklarını büyük ölçüde gözardı ederek sermaye içi mücadelenin aracı durumuna indirgendiler. Gazetecilikteki bu değersizleşme de 2000’lerdeki büyük çöküşün yolunu açtı.
‘GAZETE PATRONLARI KENDİ BİNDİKLERİ DALI KESTİLER’
2002 sonrasında önce bankacılık krizi ve benzerlerinin yarattığı ortam, daha sonra da iktidarın elindeki güçle medya sektörü tamamen el değiştirdi. Bu kadar hızlı el değiştirmelerin nedeni sermayenin oturmamışlığına bir anlamda kurumlaşmamışlığına mı bağlıydı?
Kısaca ifade etmek gerekirse; sermaye, kendi bindiği dalı kesti, gazeteciler de buna engel olamadı diyebiliriz. Şimdi bugünden bakınca “eskiden ne güzel gazetecilik yapılırdı” diye bir düşünce var. Burada “ana akım” olarak tanımladığımız mecralardan söz ediyorum elbette. Evet buralarda geçmişte bugüne göre kısmen daha fazla gazetecilik yapma olanağı mevcuttu. Ancak Türkiye’de basının Batı’daki anlamıyla bir sanayi haline gelmesi sürecini 1948’de Hürriyet’in kurulmasından başlatırsak, 1960 sonrası gazeteciliğin bir meslek haline gelmesi, sendikanın ve diğer meslek örgütlerinin de kurulmasıyla zirve noktasına 80’lerin sonlarında ulaştığını söyleyebiliriz. Bütün bu süre içinde, yazı işleri bağımsızlığı konusu, ne gazeteciler, ne de gazeteci örgütleri tarafından doğru düzgün tartışılabildi. İmzalanan hiçbir toplu sözleşmede bu konu gündeme gelmedi. Uygulanmadı demiyorum, evet Abdi İpekçi, Çetin Emeç gibi yöneticiler veya Haldun Simavi gibi patronlar döneminde böyle uygulamalar oldu ama hiçbir zaman açıkça tartışılmadı, norm olarak yerleşmedi.
Endüstri toplumunda medyanın bir kamusal görevi olduğu ve demokrasinin tamamlayıcı unsuru olduğu yönünde bir görüş vardı. Sermaye sahipleriyle yazıişleri arasındaki ilişkiyi bu anlayış belirlerdi. Türkiye’de neoliberal normun hakim olmasıyla sermaye bu tercihini değiştirdi ve haber medyasını tamamen kendi çıkarına hizmet eden bir aparat olarak görmeye başladı. Az önce saydığım yöneticilerin yerine örneğin Ertuğrul Özkök gibi patronun gazeteye müdahale hakkını ateşli bir şekilde savunan veya Zafer Mutlu gibi asıl işinin patrona kâr ettirmek olduğunu düşünen gazete yöneticileri işbaşına geldiğinde, yazı işleri özerkliği gibi “zararlı” fikirleri kimse artık tartışmadı bile. Benzer şekilde 1992’de Türkiye Gazeteciler Sendikası, Milliyet ve kısmen Hürriyet grubundan tasfiye edilirken hiçbir dirençle karşılaşmadı. Hatta çalışanlar o dönemin gazete yöneticileri tarafından ikna edildi, ikna olmayanlar da kapının önüne kondu.
İşte 2002 sonrasında gazetelerin, televizyonların bu kadar kolay el değiştirmesinin ve yayın politikalarının bu kadar kolay değiştirilebilmesinin nedeni buydu. Bu kadar hızlı el değiştirmeler ve hükümetin etkisine bu kadar açık olmak sonuçta gazetecilikte “ana akım”ın çökmesine neden oldu. ABD’de, İngiltere’de de sermayenin saldırıları, ele geçirmesi, el değiştirmeler vb yaşanmasına rağmen halihazırda ana akımın varlığından söz edebilmemiz yazıişleri ile ilgili yerleşik normlardan kaynaklanıyor. “Bizde patronlar kendi bindikleri dalı kesti” dememin nedeni de kendi var oluş nedenlerini ortadan kaldırmaları ve bu nedenle kolay lokma haline gelmeleri.
‘GAZETECİLER ARASINDA KAST SİSTEMİ MEDYA DÖNEMİNDE OLUŞTU’
Kitabın beni etkileyen bir tarafı da teorik olarak anlattığınız her şeyi bir de gazetecilerin anlattıkları ve dönemin haber metinlerini de ekleyerek belgelemiş olmanız. Örneğin ekranın insanların bir anda starlaşabildiği bir mecraya dönüşümü, öte yandan bu starlığın ölçülebildiği sistemlerin gelişmesi çok canlı aktarılmış. Reyting ölçümü bir yandan, iletişim fakülteleri aracılığıyla artan emek arzı bir yandan gazetecinin çalışma koşullarını nasıl değiştirdi?
Teşekkür ederim. 90’lardan beri tuttuğum mütevazı arşivi taşıması zor olsa da anlatının zenginleşmesine epey katkıda bulundu. Evet, televizyonun girişi gerçekten basın sektörünü kökünden değiştiren bir gelişmeydi. O aşamadan sonra artık dünyadaki gibi bir medya endüstrisinden söz etmeye başladık. O dönemde yılların devlet televizyonu anlayışına karşı tüm bariyerlerin bir anda kalkmasıyla kendimizi her türlü aşırılığın, şımarıklığın, kendini bilmezliğin içinde bulduk. Bu, alınan-verilen paralara, programlara, insan davranışlarına kadar yansıdı. Fakat bunun en önemli etkisi gazeteciler arasında bir sınıf farkı yaratması oldu. Kısa sürede adeta bir kast sistemi ortaya çıktı. Bir tarafta çok ünlü, ekran yüzü, köşe yazarı haline gelen ve patronlarla komşu yalılarda oturmaya başlayan zevat, diğer yanda ise her an vazgeçilebilir ve değiştirilebilir olan, olsa da olur, olmasa da olur diye bakılan, haberleri yapan muhabirler… Bunlar arasında makas giderek açılırken ekran yüzlerinden, yayın yönetmenlerinden ünlü köşe yazarlarından oluşan medya seçkinleri, sendikasızlaştırmaya, toplu işten çıkarmalara, patronun ayağına basan konulara giren gazetecilerin dışlanmasına, gruplar arası geçişi engelleyen “centilmenlik anlaşmaları” ile ücretlerin düşürülmesine arkasını döndü, tüm bu uygulamaları görmezden geldi. Bu seçkinler aynı zamanda yüksek siyaset işleriyle meşgul olan, Ankara’da patronun işlerini kovalayan, başbakanı doğrudan telefonla arayan, hatta hükümet devirip hükümet kuran gruptu. Kendilerince “önemli” haberleri “gerektiğinde” zaten yine kendileri yaptığı için toplumsal meselelerle ilgilenen diğer gazetecilere pek ihtiyaç duymuyorlardı. Böylece, sendikasız, güvencesiz, düşük ücretlerle çalışılan, plazalarda işletmecilerin yönlendirmesiyle yönetilen, altı ayda bir tasarruf gerekçesiyle tenkisata gidilen gazeteler ve televizyonlar bu sektörün standardı haline geldi. Sonuçta pek çok gazeteci sektörden ayrılmak zorunda kaldı, kalanlar daha çok pasif görevlerde zaman geçirmek zorunda kaldı ama en önemlisi de nitelikli insan gücü için gazeteciliğin bir cazibesi kalmadı. Zaten bugün kendini hâlâ “ana akım” sanan haber mecralarına bakarsanız niteliğin ne kadar düştüğünü rahatlıkla görürsünüz.
‘YENİ ANA AKIM DİJİTAL YAYINCILIK’
Kitapta gazeteciliği öldürmüş ve helvasını da dağıtmış görünüyorsunuz ama dijital yayıncılık gazeteciler için yeni bir mecra yarattı. Dijital yayınlar sayesinde habercilik yapılabiliyor, ana akım medyada yer bulamayan haber ve yorumlar okuyucu ile buluşabiliyor. Bu olanağın medyayı ve gazeteciliği etkilemesi nasıl olacak?
Ya aslında “gazetecilik öldü” demiyorum, “ana akım medya öldü” diyorum. Bence ana akım haber medyasının helvasını çoktan yedik. Eski Hürriyet, Sabah, Milliyet vb. artık yok. Bunları “ana akım” olarak nitelendirmek yanlış bence. Bunlar, ne toplumun gündemini belirleyebilen, ne de kendi bağımsız ekonomik yapısıyla ayakta durabilen mecralar değil. Birilerine “Ana akım” diyebilmemiz için bu iki koşulu aynı anda yerine getirebilmeleri gerekir. Bu yüzden ABD veya İngiltere’de hâlâ ana akımdan söz edebilirken bizde artık edemiyoruz. Ben Dünya’da 2018’de bir yazımda “Ana akım medya değil, ana akım gazeteci var” demiştim. Gerçekten de bağımsız olarak eski ana akım standartlarını sürdürmeye çabalayan gazeteciler var ve onların oluşturdukları haber mecraları var. Bu şekilde bakarsak aslında burası, yani Duvar ve benzeri haber mecralarını “ana akım” olarak nitelendirmek daha doğru. Çünkü gündem artık buralarda, buralarda üretilen haberlerin, yorumların paylaşımıyla sosyal medyada belirleniyor. Bu yapılar aynı zamanda ekonomik olarak da ayakta kalma savaşı veriyor. Sorunuzun cevabına geleyim, halihazırda gazeteciliği ayakta tutan yerler artılarıyla eksileriyle zaten bu dijital ortamdaki yayınlar.
‘BAĞIMSIZ YAYINCILIĞIN EN ÖNEMLİ SORUNU GELİR MODELİ’
Kitap aynı zamanda sizin doktora tezinizin de konusu. Ama öte yandan özgeçmişinize bakınca, bu tezin kapsadığı tüm alanlarda bizzat emek vermiş de görünüyorsunuz. Muhabir, editör, yazı işleri müdürü, sendikada araştırmacı, meslek aktivisti ve akademisyen… Son olarak belki çok uzun geleceği öngöremiyoruz ama akademiden bakarak geleceğe ilişkin öngörünüz nedir?
Üniversitede çalışmaya başlamamın nedeni aslında öğrencilere habercilik öğretmekti. Tabii 17 yılda bu işlere hevesi olan öğrenci sayısı hayli azaldı ama hâlâ var. Diğer yandan haber tükettiğimiz mecralar büyük değişim geçirdi. Mesela YouTube ve Instagram’da adeta televizyon yeniden doğdu diyebiliriz. Pek çok gazeteci bireysel olarak ya da bir ekip olarak habercilik yapmaya çalışıyor elbette. Lakin hâlâ çözülemeyen konu, bu faaliyetin gelir modeli. İşin içine uluslararası fonlar girdi, reklam gelirleri girdi, kitle fonlaması yöntemleri girdi, fakat bunların hepsini topladığınızda dahi yüksek kalitede habercilik yapacak bir ekibe yetmiyor. Son günlerde bir araştırma için bazı bağımsız haber mecralarıyla görüşmeler yapıyoruz, herkes habercilik için gereken kaynağın doğrudan okuyucudan sağlanması gerektiğini düşünüyor ama bu bir türlü mümkün olamıyor. YouTube, Google, X (Twitter) türü yerlerin, reklam ve gösterim karşılığında sağladıkları gelir tam devede kulak. Yani kasa hep kendine çalışıyor, gazeteciler hiçbir şey kazanmıyor. Üstelik reklama dayalı bu gelir modelleri, tıklama tuzaklarıyla, gereksiz boş içeriklerle haber mecralarına yarardan çok zarar verdi. Okuyucunun, izleyicinin habercilere karşı güvenini hayli sarstı ve yıllardır uygulanan bu reklam geliri modeli bence doğrudan okur finansmanının önündeki engellerden biri.
Sonuç olarak söylemek istediğim okurlarla, izleyicilerle gazeteciler karşılıklı olarak fayda sağlamanın yollarını bulmalı, bunun için güvenilir bir ortam oluşturacak araçları geliştirebilmeliler. Bunun için kripto para, blokzinciri veya başkaca hangi teknoloji gerekiyorsa kullanılabilir. Başka alışveriş sistemleri geliştirilebilir. Çok ortaklı yapılar kurulabilir. Veya şu anda bilmediğimiz başka bir şeyler ortaya çıkartılabilir. Dedikleri gibi “bir yol bulmak veya bir yol açmak” zorundayız. Çünkü profesyonel gazeteciliğe toplumlar hâlâ ihtiyaç duyuyor ve gelecekte de duyacaklar. Böyle bir modelin ben Türkiye gibi okuyucu ve gazetecilerin daha büyük zorluklar yaşadığı bir ülkede geliştirilebileceğini düşünüyorum.